30 Aralık 2009 Çarşamba

Bebeğiniz çok ağlıyorsa

Yeni doğan bebeğiniz sürekli ağlıyor, gaz sancısı nedeniyle sıkıntılı anlar yaşıyor ve kilo alamıyorsa onun bu durumunu durup değerlendirmeniz gerekiyor. Çünkü bebeklerin hemen hemen hepsinde görünebilen bu belirtiler bazen süt alerjisinin göstergesi olabiliyor.


Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uz. Dr. Gökçe Günbey, HaberTürk'te bebeklerde görülen süt alerjisi ile ilgili bilgi verdi.

Anne Sütü Alan Bebeklerde de İnek Sütü Alerjisi Görülebilir

Bebeklik döneminde en sık rastlanan gıda alerjisi, “süt alerjisi” yani “inek sütü alerjisi”dir. İnek sütündeki proteinlere karşı (özellikle beta laktalbümin) vücudun verdiği bir alerjik reaksiyondur. İnek sütünün bebeğe direk verilmesi ile olabildiği gibi, anne sütü ile beslenen bebeklerde, annenin diyetindeki inek sütü içeren gıdaların bebeğe emzirme yolu ile geçmesi sonucu da ortaya çıkabilmektedir. Ayrıca çoğu hazır mamanın inek sütü proteinlerini içermesi nedeni ile, mama ile beslenen bebeklerde de alerji görülebilmektedir.

Emziren Anne Beslenmesine Dikkat Etmeli

İnek sütü alerjisi olan çocuklarda genellikle keçi sütü ve soya sütüne karşı da çapraz alerji gelişebilmektedir. Bebeğe ve anneye beslenme önerilerinde bulunurken bu konuya dikkat edilmelidir.

Belirtiler bebeğe ve alerjinin ağırlık derecesine göre değişkenlik göstermektedir. Bazı bebeklerde tek bir belirti olurken, bazılarında birden fazla belirti birlikte olabilmektedir. Klinik bulgular genellikle ilk 6 ayda başlamakla birlikte, bazen daha geç yaşlarda da ortaya çıkabilmektedir. Belli başlı belirtiler şunlardır:
• İlk aylarda aşırı ağlama ve ciddi gaz sancısı
• Beslenme sonrası kusmalar ve buna bağlı olarak tartı alamama
• Kanlı ve sümüksü dışkılama ve bazen de kabızlık
• Ciltte egzema tarzında kızarık ve kaşıntılı deri döküntüleri
• Geçmeyen bir hışıltı, öksürük, burun tıkanıklığı
• Tekrar eden bronşit ve/veya bronşiolit atakları
• Anafilaksi (çok nadirdir, inek sütü proteini alımından hemen sonra ( en geç ilk 1 saat içinde)gelişir. Deri döküntüsü, yüzde, dil ve ağızda şişme, solunum yollarında gelişen ödeme bağlı olarak ortaya çıkan nefes almada güçlük ve tansiyonda düşme ile birlikte görülen bir şok tablosudur. Tedavi edilmediğinde ölümcüldür.)

Genetik Faktörler Önemli

Bebekteki belirtiler ile inek sütü arasındaki bağlantı, aile ile görüşülerek sorgulanmalı ve ailede alerji öyküsü araştırılmalıdır. Fizik muayene bulguları ve aileden alınan öykü doğrultusunda inek sütü alerjisinden şüphelenilen bebeklere daha ileri tanı yöntemleri uygulanabilir.
Tanıda 3 yöntem kullanılmaktadır.
• Deri testi: Her yaşta yapılabilir, güvenilirlik %95 tir.
• Kanda inek sütüne özgü antikorların tespit edilmesi (inek sütü spesifik-Ig-E), %90 güvenilirdir.
• Eliminasyon yöntemi: İnek sütü içeren gıdalar bebeğe bir süre verilmez. Bu süre içinde mevcut belirtilerin kaybolması beklenir. Belirtiler geçtikten sonra inek sütü tekrar denenir. Belirtilerin yeniden ortaya çıkması inek sütü alerjisini destekleyecektir.

İnek Sütü Yerine Hindistan Cevizi Sütü

Anne sütü ile beslenen bebeklerde annenin tükettiği süt ve süt ürünleri emzirme yolu ile bebeğe geçerek alerjiye yol açmaktadır. Bu durumda anne sütü ile beslenmeye devam edilmesi, ancak annenin diyetinden süt ve süt ürünlerinin tamamen çıkarılması önerilmektedir. Anneyi kalsiyum eksikliğinden korumak için medikal destek önerilmeli ve diyetisyen eşliğinde beslenmesi düzenlenmelidir.

İnek sütü alerjisi olan bebeklerde soya proteini ve keçi sütü alerjisi de birlikte olabileceğinden annenin diyetinden bu grup ürünlerde çıkarılmalıdır. Tereyağı ve margarin yerine bitkisel yağlar tercih edilmeli, krema, süt tozu, sütlü bisküviler, sütlü makarnalardan kaçınılmalıdır. Pirinç sütü, yulaf sütü ve hindistancevizi sütü, inek sütü yerine kullanılabilir.

Ürün Etiketleri İyice Okunmalı

Süt birçok hazır gıda maddesinde bulunduğundan satın alırken ürün etiketi dikkatlice okunmalıdır. İçinde kazein, kazeinat, sodyum ve/veya kalsiyum kazeinat ve laktalbumin olan gıdalardan uzak durulmalıdır.

Zaman Zaman İlaç Tedavisi de Gerekebilir

Tedavide ana prensip alerjiye yol açan maddeden kaçınmaktır. Anne sütü ile beslenen bebekte annenin diyetinden süt ve süt ürünlerinin çıkarılması ile tedaviye başlanmış olacaktır. Ayrıca alerji ortadan kalkana kadar mevcut klinik bulgulara göre, bebeğe ilaç tedavisi uygulanması da gerekebilmektedir.

Özel Mamalar Tercih Edilmeli

Mama ile beslenen bebeklerde ise inek sütü proteini içermeyen mamalar tercih edilmelidir. Bu mamalar 3 grupta ele alınabilir:
1. Soya bazlı mamalar: İnek sütü alerjisi olan bebeklerin %17-47 sinde soya proteinine karşı da alerji gelişebilmektedir. Ayrıca soya bazlı mamalar 6 aydan küçük bebeklerin beslenmesinde uygun değildir. Bu nedenle inek sütü alerjisinde soya bazlı mamalar ilk tercih olmamalıdır.
2. Tam hidrolize mamalar: Özel işlemlerden geçirilerek proteinleri parçalanmış ve alerjik özellikleri yok edilmiştir. Tatları çok iyi değildir. İnek sütü alerjisinde ilk tercih edilmesi gereken mamalardır.
3. Amino asit bazlı mamalar: Tam hidrolize mamalara yanıt alınamayan %10 vakada kullanılması gerekir.

Bebek Büyüdükçe İnek Sütüne Uyum Sağlar

İnek sütü alerjisi saptanan bir bebeğe 12-18 ay süre ile inek sütü içeren gıdalar ve inek sütü bazlı mamalar verilmez, özel mamalar ile beslenmesi desteklenir. Bu sürenin sonunda tekrar inek sütü verilmeye başlanarak belirtilerin ortaya çıkıp çıkmadığı gözlenir. İnek sütünü tolere etmeye başlama süresi bebekten bebeğe değişiklik göstermektedir. Çocukların %56’ sında 1 yılda, %77’ sinde 2 yılda, %87’ sinde 3 yılda inek sütüne tolerans gelişmektedir.

Alerji saptadığımız bir bebekte inek sütünü diyetten ne kadar elimine edebilir ve bebeği bu alerjen maddeden ne kadar çok koruyabilirsek, tolerans gelişmesi ve iyileşme süreci de o kadar çabuk olacaktır.

Anne Sütü İle Beslenme Korunmada Önemli

Tüm hastalıklarda olduğu gibi inek sütü alerjilerinde de korunma çok önemlidir. Anne sütü ile beslenme korunmada esastır. Anne sütü, bebekleri alerjik astımdan koruduğu gibi, gıda alerjilerinden ve özellikle inek sütü alerjisinden de koruyucu rol üstlenmektedir. İlk 6 ay bebekleri sadece anne sütü ile beslemek, alerjen gıda ile yani inek sütü ile bebeği mümkün olduğunca geç tanıştırmak ve ilk 12-18 ay inek sütü vermemek korunmada doğru bir yaklaşım olacaktır.

29 Aralık 2009 Salı

Faydaları saymakla bitmez

Büyükşehir Belediyesi BELSO şirketi, Ankaralılara yeni bir meyve suyu daha sunuyor. Nar, portakal suyu, havuç, greyfurt suyunun ardından kuşburnu suyu başkentlilerin beğenisine sunuldu. Bilimsel verilere göre portakal suyundan 40 kat daha fazla vitamin bulunan kuşburnu suyunun şişesi 1 TL'den satılıyor.

Konuyla ilgili açıklamada bulunan Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Altan Raşit Civan, bilimsel verilere göre kuşburnu suyunun 40 daha fazla C vitamini içerdiğini anlatarak, amaçlarının Ankaralıları C vitamininden daha fazla faydalandırmak olduğunu söyledi.

Civan, kuşburnunun Ankara'da daha fazla tanınması gerektiğini ifade ederek, "BELSO ürünleri arasında şu anda en çok vitamin kaynağı kuşburnu suyudur. Kuşburnu suyuna kesinlikle bir katkı maddesi koymadık. Kuşburnu suyunu tıbbi içecek olarak başlattık. Çeşitli hastalıkları bakımından çok faydaları var. Kuşburnu, grip ve soğuk algınlığı ile bazı kanser türlerinin oluşmasına karşı vücudun bağışıklık sistemini güçlendirmede çok yararı var. Bilim adamlarının açıklamalarına göre, cildi güzelleştirme, kolesterol, varis, romatizma, mide krampları ve sindirim sistemi zorluklarına karşı kuşburnunun faydası var." dedi.

Genel Sekreter Civan, BELSO otobüslerinde kuşburnu suyunun 1 TL'den satıldığına dikkat çekerek, portakal suyunun ardından kuşburnu suyunun yeni satılmasına rağmen 2 . sıraya geldiğini ifade etti. Civan, kuşburnu suyunun 1 haftada 3 bin 500 şişe tüketildiğini hatırlatarak, 100 gram kuşburnu meyvesinin 100 gram portakaldan 40 kat daha fazla C vitamini içerdiğini sözlerine ekledi.

KUŞBURNU SUYUNUN FAYDALARI

100 gram kuşburnunda 100 gram portakaldan 40 kat fazla C vitamini bulunuyor. Kuşburnu, protein, kalsiyum, fosfor, B1, B2, B3, E ve K vitaminlerini ihtiva eder. Grip, soğuk algınlığı ve bazı kanser türlerinin oluşmasına karşı vücudun bağışıklık sistemini güçlendirir. Tansiyonu düzenler. Stres, sigara ve egsoz dumanı gibi çevresel faktörlerin sebep olduğu yıpranmayı önler. Cildi güzelleştirir. Kolestrol, genel yorgunluk, varis. romatizma, ülser, sindirim sistemi rahatsızlıklarını giderir. Vücutta kan yapıcı faktörlere faydalı ve yardımcıdır.

27 Aralık 2009 Pazar

Aşureye dikkat!

Nilüfer Can Diyaliz Merkezi Diyetisyeni Dyt. Özlem Uyanık, diyalize giren hastaların kan fosfor ve potasyum değerlerini uygun referans aralığında tutmaları gerektiğini hatırlatarak, az miktarda aşure tüketilmesini istedi.

Bir porsiyon aşurenin günlük gereksinim duyulan vitamin ve asidin önemli oranını karşıladığını anlatan Dyt. Uyanık, “Bir porsiyon aşure, 4-8 yaş arası çocuklar için, günlük gereksinim duyulan demirin yüzde 50’sini, magnezyumun yüzde 90’ını, fosforun yüzde 66’sını, çinkonun yüzde 25’ini, selenyumun yüzde 15’ini ve bakır ve manganez için ise yüzde 200’ e yakın değerlerini içermektedir. Yine bir porsiyon aşure aynı grup çocuklar için, günlük gereksinim duyulan vitaminlerden folik asitin yüzde 109’ unu, tiaminin yüzde 81’ini, B6 vitamininin yüzde 67’sini, niasinin yüzde 38’ini, pantotenik asidin yüzde 35’ini, E vitamininin yüzde 23’ünü ve K vitamininin yüzde 9’unu içermektedir” dedi. Uyanık, aşurenin diyalize giren hastalara yönelik sakıncalarını ise şöyle anlattı:

“Aşure fosfor ve potasyum yönünden zengin bir tatlıdır. Özellikle aşurenin içerisinde bulunan kuru baklagiller ve kuruyemişler fosfor ve potasyum yönünden zengindir. Ayrıca içerisine eklenen kuru meyveler yüksek potasyum içermektedirler. Diyalize giren hastaların kan fosfor ve potasyum değerlerini uygun referans aralığında tutmaları çok önemlidir. Özellikle yüksek potasyum seviyeleri kısa süreçte kalp fonksiyonlarını olumsuz yönde etkilerken, uzun süreli fosfor yüksekliği kemik yapısında bozulmalara yol açmaktadır. Bu nedenle önerim aşureyi çok az miktarda tüketmeleri, eğer doktorları tarafından önerilmiş fosfor bağlayıcı ilaçları varsa aşure tüketimleri sırasında bu ilaçlarını ilaçları kullanmalarıdır. Ayrıca aşure yedikleri gün fosforu ve potasyumu yüksek diğer yiyeceklerin tüketimi azaltılmalıdır.”

Aşure’nin şeker hastaları için de büyük bir risk oluşturduğunu anlatan Uyanık, şeker yerine tatlandırıcı kullanılmış aşurelerin belirli oranlarda tüketilebileceğini ifade etti. Uyanık, “Diğer tüm tatlılar gibi aşurenin de, şeker içeriği yönünden zengin bir tatlı olmasından dolayı şeker hastalarının dikkatli tüketmesi veya tüketmemesi gerekir. Ancak şeker hastalığı olan bireylerin kan şeker düzeyleri istenilen seviyelerde seyrediyorsa ve şeker kontrolü sağlanmış ise şeker yerine tatlandırıcı kullanılarak hazırlanan aşureden diyetlerinde uygun görülen miktarlarda tüketebilirler” diye konuştu.

“AŞURE DİYETTE TERCİH EDİLMELİ”

Özellikle çocuklar olmak üzere toplumun her kesimi tarafından daha yaygın olarak tüketilmesi gereken bir tatlı olduğunu belirten Uyanık, diyet yapanların da az şekerli yada tatlandırıcı kullanılan aşureleri tüketebileceklerini ifade etti. Aşurenin dengesiz beslenmeye bağlı oluşabilecek hastalıklara karşı vücut direncini arttırdığını da hatırlatan Uyanık; “Bugün yetersiz ve dengesiz beslenme özellikle çocuklarda büyüme ve gelişmeyi olumsuz yönde etkilemektedir. Çocuklar, esas olarak şeker, hidrojenize bitkisel yağ olmak üzere az miktarda önemli besin öğesi barındıran şekerleme türü gıdalarla aşırı kalori almakta, fakat vücutları için gerekli besin öğelerinden yoksun kalmaktadırlar.

Oysa Aşure sağladığı elzem besin bileşenleri ile yetersiz ve dengesiz beslenmeye ve buna bağlı olarak oluşabilecek hastalıklara karşı vücut direncini arttıran sağlıklı ve lezzetli bir tatlıdır. Aşure içerdiği kuru baklagiller ve kuru meyveler nedeniyle posa açısından zengin bir tatlıdır. Sağlıklı beslenmede ve zayıflama diyetlerinde posa önemli bir noktadır. Çünkü posa midedeki sindirimi ve mide boşalma hızını yavaşlatarak tokluk hissini uzatır, dışkı hacmini çoğaltarak bağırsak hareketlerini artırır. Bu nedenle diyet yapan ve zayıflamak isteyen bireyler şerbetli ve hamur işi tatlılar yerine, herhangi bir ara öğün olarak az şekerle veya tatlandırıcı ile yapılmış aşure tüketebilirler” diye konuştu.

25 Aralık 2009 Cuma

İlk 20 dakikaya dikkat


Tekirdağ'ın Çorlu ilçesi Özel Şifa Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Kenan İltümür, "Düzensiz stresli yaşam ve beslenme tarzı, stres, sigara-alkol ve uyarıcıların kullanımındaki artış, egzersiz yapmama veya birden fazla fiziksel yüklenme, kalp krizinin erken yaşlarda ortaya çıkmasını tetikliyor. Kalp krizi, miyokard enfarktüsü de denilen kalbin ana besleyici damarları olan koroner arterlerde oluşan tıkanma sonucu kalp kasının bir bölümünün oksijensiz kalmasına bağlı olarak kalp kasında meydana gelen zedelenmeyi ifade eder. Kalp krizi ani gelişen ve ölümcül olabilen bir hastalıktır. Hem dünyada hem de Türkiye'de en sık görülen ölüm nedenleri arasında yer almaktadır" dedi.

Bir Kişi Kalp Krizi Geçirdiğini Nasıl Anlar?

Doç. Dr. İltümür, kalp krizinin nasıl anlaşılacağını şöyle anlattı:

"Göğüste 20 dakikadan fazla süren boyun, omuz ve kollara yayılan şiddetli ve baskı yapan ağrı, nefes darlığı, öksürük, baş dönmesi ve bayılma, kusma, mide bulantısı, soğuk terleme, çarpıntı, aşırı halsizlik, endişe ve ölüm korkusu duyulur. Bazen kalp krizi çok ani ve şiddetli bulgular ile başlar ve kolayca tanı konabilir. Ancak bazı kişilerde örneğin; şeker hastalığı olanlarda olay yavaş ve hafif bir ağrı veya rahatsızlık hissi ile başlar ve ne olduğu anlaşıldığında hasta için geç kalınmış olabilmektedir"

Kalp krizi risk faktörlerini ise Doç. Dr. İltümür şöyle sıraladı:

"35 yaş üzeri erkekler, 45 yaş üzeri veya menapozdaki kadınlar, şişmanlık, şeker hastalığı, hipertansiyon, sigara içimi, iyi kolesterolün düşük olması (HDL-kolesterol <45mg/dl), kötü kolesterolün yüksek olması (LDL-kolesterol >130 mg/dl), atar damar tıkanıklığı saptanmış olması (önceden kalp krizi, felç, ayak damar tıkanıklığı vb.), düzenli egzersiz yapılmaması, stresli yaşam, birinci dereceden yakınlarında (anne, baba, kardeş ve çocuklarında) erken yaşlarda damar tıkanıklığı saptanması."

"BURNUNUZU KAPATIP KUVVETLE ÖKSÜRÜN, ASPİRİN İÇİN"

Ani kalp damarı tıkanmasına bağlı olarak ortaya çıkan kalp krizinde en önemli noktanın göğüs ağrısı gibi belirtiler ortaya çıkar çıkmaz kişinin tam donanımlı bir hastaneye başvurması ve sağlık yardımı alması olduğunu vurgulayan Doç. Dr. İltümür, şunları söyledi:

"Ölümlerin yarısı kalp krizi başladıktan sonraki ilk saat içinde ortaya çıkar. Bu nedenle mümkün olan en kısa sürede kalp krizine müdahale edilecek düzeyde bir sağlık kuruluşuna başvurmak çok önemlidir. Tedaviye ne kadar erken başlanırsa, tıkanan damarı açıcı tedavi yöntemleri de en kısa sürede uygulanabilir ve kalbin hasar görmesinin önüne geçilmiş olur. Hastaya hastanede müdahalede önemli olan hızlı tanı konulması ve müdahalenin uygun bir şekilde yapılmasıdır. Kalp krizi esnasında yalnızsanız, kişinin kalp krizi geçirdiği esnada tıkalı olan damarını açabilmek için yapacağı herhangi bir manevra bulunmamaktadır. Bunun yanında öncelikle ağrı başladığı anda telefonla yakınlarınızı arayarak durumu haber verin. Bulunduğunuz yerin kapısını aralık bırakın. Bu, yardıma gelecek olan kişinin işini kolaylaştırmış olur. Kuvvetli öksürük geçici olarak kan akımını artırabilir. Yeni başlamış bir pıhtıyı yerinden sökme ihtimali çok düşük olsa da burun deliklerinizi kapatarak kuvvetli biçimde öksürün. Evde aspirin varsa, bir bardak su ile alın. Bunun dışında kesinlikle bir şey yiyip içmeyin. Pencereyi açarak odaya oksijen girmesini sağlayın. Yardım gelmesini, yatarak ya da oturarak bekleyin. Kesinlikle ayakta beklemeyin. Çünkü kalp krizi ile hastaneye gelen bir hastanın bir travma sorunu olmaması gerekir. Eğer kişi düşerek başını çarpmışsa, kalp krizi ile ilgili yapılacak tedaviler, başa alınan darbe nedeniyle yapılamayabilir. Soğuk ya da sıcak suyun altına kesinlikle girmeyin. Özellikle soğuk su böyle durumlarda çok tehlikelidir. Çünkü kalp damarlarını büzer ve mevcut durumu daha da kötüleştirebilir."

Kronik hastalıklarla savaşıyor

Sağlık Bakanlığı Resmi sitesinde yer alan bilgilendirmeye göre, tam buğday unundan yapılan ekmeğin, bazı kanser türleri, kalp-damar hastalıkları, yüksek tansiyon ve diyabet gibi kronik hastalıkların riskini büyük ölçüde ortadan kaldırdığı bildirildi. Ayrıca tam buğday unundan yapılmış ekmeğin, daha fazla tokluk sağladığı, böylece günlük alınan enerji miktarını ve obezite oluşma riskini azalttığı ifade edildi.

Dengesiz Beslenme Bilgi Eksikliğinden Kaynaklanıyor

Bilgilendirmede, Türkiye’de yetersiz ve dengesiz beslenmeye bağlı önemli sağlık sorunlarının olduğuna dikkat çekilerek, yetersiz ve dengesiz beslenmenin, bebeklerde ve okul öncesi çocuklarda protein-enerji malnütrisyonu, D vitamini yetersizliği, anemi, zayıflık, şişmanlık, çeşitli vitamin yetersizlikleri, basit guatr ve yaygın diş çürükleri; yetişkinlerde şişmanlık, şeker hastalığı, hipertansiyon ve kalp damar hastalıklarına yol açtığı kaydedildi.

Ayrıca, Türkiye’de yetersiz ve dengesiz beslenmenin ekonomik güçlüklerden daha çok , bilgi eksikliğinden kaynaklandığı belirtilerek, bireylerin beslenme konusunda bilinçlendirilmesinin önemi vurgulandı.

24 Aralık 2009 Perşembe

Güzel ama tehlikeli

Rengarenk ojeli, manikürlü tırnaklar… İlk bakışta bakımlı ve güzel görünseler de, ojenin altında hastalıklı ya da tedaviye muhtaç tırnaklar yer alabiliyor.

Dermotolog Uz. Dr. Ahmet Arpacı, tedavisi çok da kolay olmayan tırnak hastalıkları ve yapılması gerekenler hakkında HaberTürk'te bilgi verdi.

Tırnaklar için et ve süt şart

Vücutta meydana gelen demir, çinko, folik asit ve B 12 vitaminlerinin eksikliği durumlarında tırnaklarda bir takım bozukluklar meydana gelmektedir. Tırnaklarda kırılma, kabalaşma, çatlama ve tabakalaşma gibi durumlara neden olabilen bu eksiklikleri gidermek için beslenmeye de dikkat etmek gerekmektedir. Kırmızı et, süt ve süt ürünleriyle deniz ürünlerinin tırnak sağlığı için yenmesi şart. Fakat beslenmenin yeterli olmadığı durumlarda bu eksiklikleri karşılamak amacıyla vitamin takviyesi de yapmak gerekir.

Tırnağın yüzde18’i sudan oluşmaktadır. Su yapısını dengelemek için de nemlendirici balsam türü krem ve solüsyonların kullanılması önerilmektedir. Ayrıca kişinin elini çok fazla deterjanla temas ettirmemesi de gerekmektedir.

Manikür pediküre dikkat

Tırnak hastalıklarının önüne geçmek için manikür ve pediküre de dikkat etmek gerekir. Çünkü tırnak hastalıklarının büyük bir çoğunluğu manikür ve pedikürden geçmektedir. Tırnak bakımını yaptırdığınız yerin hijyen kurallarına uyup uymadığını kontrol etmeniz ve mümkün olduğu kadar tırnaklarınızla oynamamanız gerekmektedir.

Oje Tırnağı Havasız Bırakır

Kozmetik ürünlerinin çok büyük bir kısmı cilde zarar vermektedir. Oje de bu ürünlerden biridir. Her ne kadar ojeler güzel bir görünüm sergileseler de; tırnağı havasız bırakır ve bazı enfeksiyonların oluşmasına fırsat tanır.

Beyaz Noktacıklardan Korkmayın

Tırnakların üzerinde bazen beyaz noktacıklar görünebilir. Halk arasında vitamin eksikliği olarak değerlendiren bu durum tırnağın içerisine hava kabarcıklarının girmesiyle oluşur.

Fakat bunun vitamin eksikliğiyle hiçbir ilgisi yoktur. Endişe edecek bir durum da oluşturmamaktadır. Sadece görüntü itibariyle insanları tedirgin etmektedir.

Hatta bazen tırnağın tamamen beyazladığı durumlar dahi olabilir. Fakat bu beyazlanmadan korkulmamalıdır, bu durumun da herhangi bir zararı yoktur.

Şeytan Tırnağı Deyip Geçmeyin

Şeytan tırnağı kişinin yapısı ve tırnakla çok oynanmasına bağlı olarak ortaya çıkar. Gerekli tedavi yapılmazsa mikrop kapıp dolamaya dahi dönüşebilir. Antibiyotik tedavisi ya da lokal anesteziyle steril bir şekilde kesilerek parmağa müdahale edilebilir.

İç Hastalıkları Tırnak Bozulmalarına Neden Olabilir

Bazen iç organ hastalıklarında, romatizmal hastalıklarda, kalp, karaciğer ve akciğer hastalıklarında tırnaklarda bazı bozulmalar olabilir. Tırnağın bazen de genetik olarak küçük kalması ya da batık çıkması durumu söz konusudur.

Tedavisi En Zor Mantarlar: Tırnak Mantarları

Tırnağı hastalandıran en önemli nedenlerin başında mantarlar gelmektedir. Tırnak hastalıklarının yüzde 60’ı mantarlardır. Tırnağın serbest kenarından girer. Islaklık, nemlilik, karanlık, kapalılık, dar ayakkabı, travma ya da sıkışmayla, başkasının ayakkabısını giymekle, ve manikür- pedikürde vücuda girmektedir. Şayet kişinin vücut direnci düşükse, şeker hastasıysa, uzun süre antibiyotik kullandıysa ya da kortizon kullanmışsa bu mikropların vücuda girmesine ortam hazırlar.

Bu mantarlar tırnakta kalınlaşma, kırılma, sararma ve çizgilenme yapar. Mantarların batması durumunda ise dolama oluşmaktadır. Bu tür mantarlar elden çok ayakta görülmektedir. Tedavisi en zor olan mantar, tırnak mantarlarıdır.

Sedef ya da sıkıntı hastalıklar da tırnak bozukluklarına neden olabilir. Bu durumda yüksük tırnak denilen noktacıklı bir görünüm ortaya çıkar, enine ya da boyuna çizgilenme, tırnak yatağının üzerinde kamburlaşma ve bombeleşme meydana gelebilir.

Sağlıklı Tırnaklar İçin;

- Tırnakları Kısa Kesmek Gerekmektedir.
- Manikür ve Pediküre Dikkat Etmek Şart
- Elleri ve Ayakları Nemli Bırakmamak Gerekir.
- Tırnak Yemek Enfeksiyonlara Ortam Hazırlar.
- Aşırı Antibiyotik ve Kortizon Tüketimi Tırnak Yapısını Bozar.
- Başkalarının terlik ya da ayakkabılarını giymek sakıncalıdır.
- Beslenmeye dikkat etmek, et, süt ve balık ürünlerinden tüketmek gerekmektedir.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Ölümcül diye yasaklandı

aç Eczacılık Genel Müdürlüğü’nün yayınladığı genelgede, özetle şu uyarılar yer aldı:

Cıva zehirliyor

Camdan yapılan bu termometreler, kolaylıkla kırılıyor ve içindeki cıva açığa çıkabiliyor ve oda ısısında kolayca buharlaşabiliyor. Cıva zehirlenmesi, özellikle buharlaşan cıvanın solunması ve gıdaların içine bulaşarak ağızdan alınmasıyla oluşuyor. Zehirlenme bulguları kolaylıkla ayırt edilebilecek nitelikte olmadığından, tanı koymak zorlaşıyor.

Ölümcül olabiliyor

Cıva, vücuttan atılamıyor ve cıva buharı, hücre zarından kolaylıkla geçerek beyne ulaşıyor. Tüm dokulara yerleşen cıva buharı, zamanla dokularda birikirse, dönüşümü olmayan nörolojik bulgularak neden oluyor. Bunlar, ölümle sonuçlanabiliyor. Hatta zamanında tanı konulması durumunda bile uygulanacak tedavi, ortaya çıkan bulguları ortadan kaldırmayabiliyor. Bu nedenle henüz tüketiciye sunulmamış ürünlerin, İl Sağlık Müdürlüğü görevlileri gözetiminde imha edilmesi gerekiyor. Sağlık kurumları ve okul laboratuvarları gibi kamusal alanda hali hazırda kullanılmakta olanların yerine mümkünse cıva içermeyen muadillerinin kullanılması öneriliyor.

Kırılan termometre içindeki cıvayla temas eden kişilerin Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı’na başvurmaları isteniyor.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Hamile kalmanın en iyi yolları

Bazı kadınlar hiçbir doğum kontrol yöntemine başvurmadan kolayca hamile kalır. Kimileri içinse hamile kalmak, zahmetli ve sıkıntılı bir dizi yöntem, prosedür ve test anlamına gelebilir.

Hamile kalma denemelerine yeni başladıysanız ya da bunu bir süredir deniyorsanız, bu konuyla ilgili bazı önemli noktaları bilmekte fayda var. Kadın doğum uzmanlarının önerilerine birlikte göz atalım.

Sık Sık Seks Yapın

Bu, üzerinde durmaya gerek olmayan bir şeymiş gibi görünebilir ama özellikle heyecanlı çiftler için en sık gözden kaçırılan konudur. Yumurtlama döneminizi bilmiyorsanız ya da adet kanamalarınız düzensiz oluyorsa, her gün seks yapmak eninde sonunda işe yarayacaktır.

Yumurtlama Dönemlerinizi Not Edin

Adet kanamalarını 28 günde bir, düzenli geçiren kadınlar için yumurtlama tarihi adet başlangıcından 14 gün sonradır. Eğer bu döneminizi düzenli geçirmiyorsanız, yumurtlama zamanınızı tespit edebilen yumurtlama araçlarından yararlanabilirsiniz.

Yumurtlama zamanını tespit eden birçok aygıt, idrarınızda bulunan Lüteinik hormon seviyesini ölçer. LH, yumurtlamadan 36 saat önce artmaya başlar ama aygıtların çoğu bunu 24 saat öncesine kadar saptayamaz. Adet kanamaları düzenli olan bir kadın, adet başlangıcından sonraki dokuzuncu veya onuncu günde idrarını test etmelidir. Böylece hormon artışındaki değişiklik dönemini kaçırmamış olur.

Vücut ısınızı kontrol ederek de yumurtlama zamanınızı tespit edebilirsiniz. Normal vücut ısınız yumurtlamadan 24 saat önce yarım derece düşer; yumurtladıktan sonra tekrar normale döner. Yalnız dikkat etmeniz gereken bir nokta var: vücut ısısı hastalıklar yüzünden de düşebilir. Bu yüzden sadece bu tekniğe güvenmekten kaçının.

Yumurtlamadan Önce Daha Çok Seks Yapın

Hormonlarınızın tavana vurduğu gün ve sonraki 2 gün boyunca bol bol seks yapın. Sperm uterusun içinde 24 saatten 48 saate kadar yaşayabilir. Yani, yumurtlama başlamadan önce orada hazır bulunan spermin yumurtayla birleşmesi için yeteri kadar zamanı vardır.

Seks Yaparken Eğlenin

Unutulmaması gereken en önemli şey, seks yaparken eğlenmektir. Rahat ve neşeli olduğunuzda ya da kendinizi iyi hissettiğinizde vücudunuz da daha formda olur.

Kendinize Zaman Tanıyın

Yumurtlamayla ilgili yaşadığınız problemlerin çözüme kavuşması ve vücudunuzun hamileliğe hazırlanması biraz zaman alabilir. Bu konuda sakın yalnız olduğunuzu düşünmeyin. Yapılan araştırmalara göre bebek sahibi olmak isteyen birçok kişinin hamile kalması yaklaşık 6 ay kadar sürüyor ve aralarından sadece % 85'i o yıl içinde bebek sahibi oluyor.

Kansere karşı yeni formül

Uzmanlar, kaserden korunmak için 'mağara insanı' formülünü öneriyor. Antalya'nın Serik ilçesine bağlı Belek Turizm Merkezi'nde Hacettepe Üniversitesi öncülüğünde düzenlenen 3. Prevantif Onkoloji Semineri'nde ''kanserden korunmayla'' ilgili konular masaya yatırılıyor.

Sempozyum Başkanı Prof. Dr. İsmail Çelik, Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer ve Hacettepe Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü, Prevantif Onkoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mutlu Hayran ile basın toplantısı düzenledi. Prof. Dr. Çelik, basın toplantısında, kanserden korunmak için sempozyumda belirlenen bulguları paylaştı. Kanserin çoğunlukla yaşam tarzı kökenli olduğunu belirten Çelik, ailevi kanserlerin (genetik) tüm kanserlerin binde birinden daha az olduğunu söyledi.

Tütün ve alkol kullanımı, fazla kilo, fiziksel aktivite yetersizliği ve enfeksiyonların tüm kanser nedenleri arasında yüzde 95'lik kısmı kapsadığını vurgulayan Çelik, ''Tütün kullanımı her çeşit kanseri artırır. Tüm kanserlerin yaklaşık yarısının nedeni tütün ve tütün mamulleri kullanımıdır. Şişmanlığın, çoğu kanser çeşidini artırdığı gözlenmiştir'' dedi. Alkolün kanseri tetiklediğini, ''az miktarda olsa bile'' alkolün kansorejen etkisi gösterdiğini ifade eden Çelik, alkolün özellikle sigarayla kullanıldığında kanserojen etkisinin daha fazla olduğunu belirtti. Basın organlarında kanserden korunmada çeşitli beslenme şekilleri önerildiğini, ancak bunların çoğunun bilgi kirliliği oluşturduğunu anlatan Çelik, şöyle konuştu:

''Kanserden korunmak için tek ve geçerli beslenme önerisi, günde en az 5 porsiyon meyve ve sebze içeren yiyecekler tüketin. Düşük yağlı, lifçe yüksek besinler tercih edin. Kırmızı et, haftada birden fazla yenmemeli. Bu öneriye bir kelime eklemek ya da çıkarmak doğru değildir.''

MAĞARA İNSANI FORMÜLÜ

Kanserden korunmak için ''mağara insanı'' yaşam biçimini öneren Prof. Dr. Çelik, mağara insanında neden kanser görülmediğini şu şekilde açıkladı:

''Sigara içmezdi ve çevresinde de sigara içilmezdi. Ne bulursa onu yerdi. Vitamin hapı, takviye gibi diyet kandırmacalarına maruz kalmazdı. Yiyeceğini bulmak için saatlerce koşturur, egzersiz yapardı. Alkol kullanmazdı. Güneş ışığından korunmada modern insana göre daha dikkatliydi. Güvenli cinsel yaşam konusunda daha şanslıydı.''

Üniversite bünyesinde Sigara Bırakma Ünitesi kurduklarını ve bıraktırma oranlarının Avrupa ve ABD'nin çok üstünde olduğunu bildiren Çelik, şöyle devam etti:

''Sigarayı bırakmak için hiçbir yaş geç değil. Tütün ve tütün mamullerini kullanan kişinin hemen bırakma girişiminde bulunması ve bunun için tescilli sigara bırakma merkezlerinden yardım alması gerekmektedir. Sigara hem fiziksel hem psikolojik bağımlılık yaptığından destek almadan bırakılması zordur.''

Çelik, Sigara Bırakma Ünitesine son 2 yılda 574 başvuru olduğunu, bu kişilerde sigarayı bıraktırma oranının yüzde 60'a ulaştığını söyledi.

KANSER HAKKINDA DOĞRU BİLİNEN YANLIŞLAR

İsmail Çelik, bilgi kirliliği nedeniyle kamuoyunda kanserle ilgili birçok ''efsanenin'' dolaştığını vurguladı. Üç yıldır düzenledikleri sempozyumlarla doğru bilgiyi elde etmeye çalıştıklarını ve bunları toplumla paylaştıklarını belirten Çelik, şunları söyledi:

''Soyanın içindeki kadınlık hormonu olan östrojene benzer maddeler, yüksek dozda alındığında meme ve rahim kanserlerine yol açabilir. Ceviz, fındık, fıstık gibi zararsız olduğu, kolesterol içermediği söylenen yağlı gıdaların (zeytinyağı dahil) çok miktarda alınması şişmanlatır.

Domates, brokoli ve lahana gibi gıdaların yüksek miktarlarda tüketilmesinin kanserden koruduğuna dair veriler yeterli değildir. Aspartam ve sakarin gibi yapay tatlandırıcıların kansere neden olduğu bilgisi ispatlanmamıştır. Kahve tüketiminin kansere neden olduğu ve yeşil çayın kanserden koruduğuna dair bilimsel bulgu yoktur. Genetiği değiştirilmiş gıdaların, kanser riskini artırdığına dair bilimsel bulgu yoktur. Hazır gıdalardaki katkı maddelerinin, uygun oranlarda kaldığı takdirde kanser yapıcı etkisi mevcut değildir.''

YİYECEKLER İLAÇ DEĞİLDİR

Yiyeceklerin ilaç olmadığına değinen Prof. Dr. Çelik, hekim önermediği sürece gıda takviyesinde bulunulması ya da beslenme şeklinin değiştirilmesinin uygun olmadığını vurguladı. Bitkilerin, meyve ve sebzelerin bilinçsiz tüketilmesinin yarardan çok zarar verebileceğini anlatan Çelik, bilinçsiz tüketimin çeşitli organlarda hasara yol açabileceğini ve kanser dışında başka hastalıkların oluşmasına zemin hazırlayabileceğini bildirdi, şöyle devam etti:

''Vitamin takviyesi ve kapsüllerinin kanserden koruma etkisi yoktur, aksine kanseri tetiklediğini gösteren çalışmalar mevcuttur. Havuçta da bulunan beta-karoten maddesinin fazla alınması, sigara bağımlılarında akciğer kanseri riskini artırabilmektedir. Yapılan bir araştırmada, sigara içenlere beta-karoten tableti verildiğinde, ölüm oranlarının arttığı belirlenmiştir. Bu havucun tüketilmemesi anlamı taşımaz, aksine sigara içenlerin sigarayı bırakmaları daha yaşamsaldır. Havuç günlük gıda alımı içinde taze olarak yenilebilir ve böyle tüketildiğinde kanserden koruyucudur.''

CEP TELEFONU İLE İLGİLİ VERİLER YETERSİZ

Cep telefonu kullanımına bağlı kanser gelişimi konusunda verilerin yetersiz olduğuna, kullanımının kısıtlanmasına dair bilimsel öneri de bulunmadığına işaret eden Çelik, şunları kaydetti:

''Sadece ABD, Belçika ve Tayvan'ın belli bölgelerinde yeryüzünün derin katmanlarından içme suyuna karışan arseniğin uzun süre tüketilmesinin kanser yapıcı etkileri tanımlanmıştır. Türkiye'deki içme suyunda arsenik düzeylerine ait bilgiler yetersizdir. Arseniğe maruz kalma, arsenikle çalışanlarda, önemli miktarda şarap içenlerde, ahşap içeren evlerde yaşayanlarda ve geçmişte arsenik içeren pestisit kullanılan çiftliklerde yaşayan kişilerde olabilmektedir. Doğum kontrol hapları ve menopoz sonrası hormon replasman tedavisinin (menopoz öncesinde vücutta üretilen dişilik hormonlarını takviye etme veya yerine koyma tedavisi) hem kanser hem de kalp rahatsızlıkları açısından önemli yan etkileri vardır. Bu nedenle kesinlikle doktor tavsiyesiyle alınmalıdır.''

ÖNEMLİ OLAN KANSERİ ÖNLEMEK

Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer de kanserin tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu belirterek, ''Ancak önemli olan kanserin oluşmasını önlemektir'' diye konuştu. Kanser oluşumunda sigaranın etkisine değinen Tuncer, sigara bağımlılığının da hastalık olarak görülmesi ve tedavi edilmesi gerektiğini ifade etti. Kişi iradesinin sigarayı bırakmada çok az etkili olduğunu anlatan Tuncer, ''İradeyle şeker, yüksek tansiyon nasıl yok edilemiyorsa sigara bağımlılığı da yok edilemez. Gelecekte sigara üreticileri taammüden adam öldürmek suçlamasıyla yargılanabilir'' dedi.

Kapalı mekanlarda sigara içilmemesi ve dumansız hava sahası uygulamalarına yönelik bazı kişi ve kurumların yürütmeyi durdurma davası açtıklarını belirten Tuncer, "Sigarayla pazarlık, kanserle pazarlıktır. Bu yüzyılda 1 milyar insan sigaradan ölecek'' dedi. Tuncer, SGK'nın sigarayı bırakma tedavisinde kullanılan ilaçları da ödeme kapsamına almasını istedi.

Gelecekteki kanser profilini annelerin belirleyeceğini ifade eden Tuncer, bebeklerin 2 yıl anne sütüyle beslenmesinin, ilk 6 ayda ise sadece anne sütüyle beslenmesinin çok önemli olduğunu, emzirmenin meme kanserinin oluşmasını da önlediğini kaydetti.

20 Aralık 2009 Pazar

Folik asit tabletlere dikkat

Hacettepe Üniversitesi İç Hastalıkları ve Medikal Onkoloji Uzmanı, Kanser Epidemiyolojisi Bilim Uzmanı Prof. Dr. İsmail Çelik, her gün yüksek dozda folik asit (folat) içeren vitamin tableti alan kişilerde, kanser ve kalp damar hastalığına yakalanma riskinin yüksek olduğu bildirdi.

Prof. Dr. İsmail Çelik, ACS'nin (American Cancer Society) tanımına göre, ''kanserden korunmak için tek ve geçerli beslenme önerisinin, günde en az 5 porsiyon meyve ve sebze içeren, yağdan düşük, lifçe yüksek diyet tüketilmesi ve kırmızı etin haftada birden fazla yenmemesi şeklinde olduğunu'' dile getirerek, bunun dışındaki bir beslenme programının ve vitamin takviyesinin zararlı olduğunu kaydetti.

Yiyeceklerden alınan folik asitin kanserden koruyucu etkisi olduğunu vurgulayan Çelik, ''Her gün yüksek dozda folik asit içeren vitamin kullanan kişilerde kanser ve kalp damar hastalığı riski yükselmektedir'' dedi.

SONUÇLARI YENİ ORTAYA ÇIKTI

Prof. Dr. İsmail Çelik, bazı çalışmalarda folik asitin felç ve kalp hastalığı riskini azalttığı ve kalın bağırsak kanserini engelleyici bulguları nedeniyle ABD, Kanada ve Şili'de un, ekmek ve bunun gibi bazı gıdaların içerisine folik asit eklendiğini söyledi.

Folik asit takviyesinin, ABD'de ilk olarak 1996'da ekmeklere eklendiğini ve uygulamanın 1998'den sonra zorunlu hale geldiğini anlatan Çelik, şunları kaydetti:

''Yapılan incelemeler sonucunda 2 yıllık bir kullanım sürecinin geçmesinin ardından 1998'de ülkede kolon kanserine yakalan kişi sayısında artış tespit edildi. Kanada'da ve Şili'de 2000 yılında kolon kanseri vakalarında artış saptandı. Şili'de de beyaz unun içine zenginleştirilmiş folik asidin eklenmesi uygulaması zorunlu kılındıktan sonra, kolon kanserine yakalanma oranı özellikle 45-64 yaşlarındakilerde 1.5, 64 yaş üstündekilerde 2 kat olarak saptandı.

2009 yılında gıda takviyesi yapılan bu ülkelerde kalın bağırsak ve prostat kanserlerinde yüzde 200'e varan artışlar tespit edildi. 2009 yılının ortalarından itibaren sayıları gittikçe artan çok sayıda bilimsel araştırmada, folik asidin yüksek dozlarının normal hücreler yanında kanser hücrelerinin çoğalmalarını kolaylaştırdıkları ve arttırdıkları ortaya çıktı.''

Çelik, Norveç'te de geniş kapsamlı yapılan bir klinik çalışma sonucunda ''Folik asit takviyesi alan erkeklerde prostat kanserine yakalanma oranının 3 kat fazla tespit edildiğini'' ifade etti.

Prof. Dr. İsmail Çelik, sadece hamilelerde folik asit takviyesinin verilmesinin uygun olduğunu ve endişe duyulmaması gerektiğini söyledi.

Türkiye Fırıncılar Federasyonu Başkanı Halil İbrahim Balcı da, Türkiye'de üretilen ekmeklerin içerisinde folik asit takviyesi bulunmadığını bildirdi.

19 Aralık 2009 Cumartesi

'Başıma geldi, ne yapayım?'

Rahatsız edici olsalar da menopozda görülen sıcak basmaları aslında aşırı olmadıkları sürece tıbbi bir sorunun belirtisi değil, vücudun doğal hormonal değişimlere verdiği bir yanıttır. Sıcak basmaları çoğunlukla, östrojen düzeyleri düşük bir seviyeye yerleşince, menopozdan sonraki ilk bir ya da iki yıl içinde geçer. Sıcak basmaları günlük yaşamınızı etkiliyorsa bunun çaresi aranmalıdır. “Başıma geldi ne yapayım” demeyin, jinekolog doktorunuzla bu durumu görüşün.

BAZI BASİT ÖNLEMLERLE SICAK BASMASINI ÖNLEYİN

Bazı yaşam tarzı değişiklikleri sıcak basmalarınızı azaltmada yardımcı olabilir, sigara, alkol ve stres sıcak basmalarını artırıcı faktörlerdir:

* Fazla şekerli ve yağlı gıdalarla beslenmek de vücut ısı dengenizi bozabilir, sağlıklı beslenmeye özen gösterin.
* Küçük ve sık öğünler tüketin, böylece büyük öğünlere göre vücudunuz daha az ısı üretecektir.
* Sigara içmeyin.
* Kahveyi azaltın.
* Alkol almayın ya da sınırlayın.
* Vücudunuzu serin tutun, yatak odanızı çok sıcak yapmayın, uyurken çok örtünmeyin, ince örtüler kullanın.
* Birkaç kat olarak gerektiğinde üzerinizden çıkarabile-ceğiniz şeyler giyin.
* Pamuklu veya ipek gibi doğal kumaşları tercih edin.
* Stresinizi azaltın, gerekirse profesyonel yardım alın.
* Düzenli egzersiz yapın.
* Yoga veya benzeri gevşeme tekniklerini öğrenin.

FARKLI NEDENLERLE YÜZÜMÜZ KIZARIR

Sıcak basması gibi rahatsız edici başka bir durum da yüz kızarmasıdır. Utandığımızda, hoş olmayan bir duruma düştüğümüzde, kaygı veya benzeri bir durumla karşılaştığımızda bazılarımızın yüzü kızarır. Aniden oluşan yüksek ısıyı deri yüzeye yakın kan damarlarını genişleterek atmaya çalışır, bunun sonucunda da yüzde ve yanaklarda kızarma oluşur.

Sık tekrarlarsa rahatsız eder

Bu durum sık tekrarlarsa sosyal olarak rahatsız edici durumlara yol açabilir. Yüz kızarması bazen ortada hiçbir sebep yokken de oluşabilir. Yorucu bir hareket, egzersiz, sıcak bir duş, seks gibi yüksek ısı üretilen durumlar sırasında oluşan yüz kızarması, aşırı olmadığı sürece, normal bir reaksiyondur.

Alkol alınması, sıcak içecekler, çok baharatlı yemekler de yüz kızarmasının sık görülen nedenlerindendir. Bazı hazır yemek ve gıdalara, bazı lokanta yemeklerine tat vermesi için konulan “monosodyum glutamat”ın da yüz kızarmasına neden olabileceği söylenir.

Kadınlarda yüz kızarmasının hormonlardan kaynaklanan özel nedenleri olabilir. Örneğin menopoz döneminde östrojen hormonunun yavaş yavaş azalması, yüz kızarması ataklarıyla kendini belli edebilir. Hamilelikte vücuttaki değişen hormon düzeyleri ve kan hacmindeki artış bazı kişilerde yüz kızarmasına yol açabilir.

Bazı hastalıklara işaret edebilir

Enfeksiyona bağlı ateş, çok soğuğa veya sıcağa maruz kalınması, güneş yanması gibi vücut ısısının yükselmesine neden olan her şey yüz kızarması sonucunu doğurabilir.

Ruhsal durumlar da yüz kızarması nedenlerinden biri olabilir. Diyabetten kalp sorunlarına kadar birçok kronik hastalık ve aşırı çalışan tiroid bezi veya iç salgı bezlerinin bazı bozuklukları, tümörler gibi hastalıklar da yüz kızarması nedeni olabilir.

Bazı cilt hastalıkları da yüz kızarmasına yol açabilir, bu konuda dermatolog doktorlar size yardımcı olur.

Yüz kızarması alınan bazı ilaçların yan etkisi de olabilir. Kolesterol tedavisinde yüksek dozlarda kullanılan bir B vitamini olan Niasin de kızarmaya yol açabilir. Bu şikayetlerin normal mi olduğu, yoksa bir sebepten mi kaynaklandığını anlamak için doktorunuza danışıp, onun önerileri doğrultusunda hareket etmek en doğru yoldur.

Uyarı: Bir an önce yaptırın!

Sağlık Müdürlüğü, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Başkanlığı tarafından yapılan ortak açıklamada, ebeveynlerden 6 ay ve üzeri çocuklarına domuz gribi aşısı yaptırmaları istendi.

Yapılan açıklamada, "H1N1 gribi salgını hala devam etmektedir. Bu durum, daha önceki yıllardan edindiğimiz tecrübeye göre birkaç ay daha artarak devam edecek. Aşının öncelikle risk grubunda bulunan, müzmin hastalığı olan çocuklara ve bütün çocuklara yapılmasını tavsiye ediyoruz. Sadece yumurta ve önemli lateks alerjisi olan çocuklarda yapılması sakıncalı olabilir. Bu durumdaki çocukların aşılanması için doktora başvurulmalıdır. Gelecek dönemde salgının devam edeceği için aşılanma işleminin bir an önce yapılması hem bağışıklığın erken oluşmasını, hem de salgın riskinin azalmasını sağlayacaktır. 6 ay üzerindeki tüm yaş grubundaki halkımızın aşılamaya destek vermesini talep ediyoruz" ifadelerine yer verildi.

Türkiye'nin şekeri yükseliyor

Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ayşe Armağan Tuğrul, ülke nüfusunun yüzde 7'sinin şeker hastası, bir o kadarının da hasta adayı olduğunu belirterek, ''Ülkemizde yüzde 15'lik bir grup tatlı tatlı dolaşıyor'' dedi. Prof. Dr. Tuğrul, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Dünya'da ve Türkiye'de şeker hastası sayısının her geçen gün arttığını söyledi.

TÜRKİYE'NİN YÜZDE 15'İ TATLI TATLI DOLAŞIYOR...

Türkiye'de yapılan araştırmalara göre ülke nüfusunun yüzde 7'sinin şeker hastası olduğu ifade eden Prof. Dr. Tuğrul, şunları kaydetti:

''Türkiye'de nüfusunun yüzde 7'si şeker hastası. Bir yüzde 7 kadar da şeker hastalığına hazırlık aşaması olan glikoz intoleransı dediğimiz diyabet hastası adayı bir grup var. Hastaya şeker tanısı koymadan ara bir dönem var. Glikoz intoleransı denilen bu dönemleri yakalamak diyabetin gelişmesi ve engellenmesi açısından çok önemlidir. Yani ülkemizde yüzde 15'lik bir grup tatlı tatlı dolaşıyor. Yapılan basit şeker taramalarıyla aç veya tokluğa göre belirli rakamların üzerinde şeker düzeyi olanlar yönlendirilmesi ve önlem alınması gerekiyor.''

Prof. Dr. Tuğrul, diyabetin çok önemli bir hastalık olduğunu, önlem alınmadığı taktirde organ bozukluğuna ve hatta ölümlere de neden olabileceğini bildirdi.

TEDAVİ DÜZENLİ YAPILMALIDIR

Şeker hastalığında belirli risk guruplarının olduğunu belirten Prof. Dr. Tuğrul, şöyle devam etti: ''Özellikle tansiyonu yüksek, şişman, yağ düzeyleri yüksek, ailesinde şeker hastalığı olan kişiler risk gurupları içindedir. Bu kişilerin belirli aralıklarla şeker taraması yaptırması gerekir. Diyabete önlem alınmazsa ölümlerle sonuçlanabilir. Bu nedenle diyabet hastası olan kişiler tedavileri için önerilen diyet ve egzersizlere uymaları ilaç ya da insülin tedavisine düzenli olarak yapmaları gerekir. Yılda en az bir kez hekimlere göz, böbrek, kalp, damar ve sinirlerinin durumlarını kontrol ettirmelidir. Diyabetin en erken dönemde belirlenmesi, hastalığın engellenmesi açısından çok önemlidir.''

Domuz gribine burun spreyi

Sağlık yetkilileri, burun spreyi gibi uygulanan aşının klinik denemelerinin bugün Bangkok'taki Mahidol Üniversitesinde başladığını belirtti.

Denemelerin ardından aşının, insan sağlığına herhangi bir tehlike oluşturmadığı tespit edilmesi halinde tescil edileceği kaydedildi.

Denemeler kapsamında 15 erkek ve 9 kadının 28 günlük bir sürede değişik miktarlarda aşının test edilmesi için 12 kişiden oluşan iki gruba ayrıldığı belirtildi.

Bu grupların, ilk dozun ardından bir hafta süreyle karantina altına alınacakları ve üç hafta sonra ikinci dozun verileceği kaydedildi.

400 kişi üzerinde yapılacak diğer denemelerin sonuçlarının ise birkaç aydan önce alınmasının beklenmediği bildirildi.

Yaklaşık 30 bin domuz gribi vakasının saptandığı ülkede hastalıktan ölenlerin sayısının 190 olduğu açıklandı.

Cinsel probleminizi çözün

Genç kızların baba evine bile gönderilmesine yol açan “kapalı vajina” sorunundan artık kurtulmak mümkün.

Anne karnındaki kız bebeğin embriyonik gelişimi sırasında oluşmayan ve geçmişte evlendirilen genç kızların baba evine bile gönderilmesine ya da “koca karı yöntemi” diye tabir edilen ilaçlar ya da muskalarla çözüm bulunmaya çalışılan “kapalı vajina” sorununun artık küçük bir cerrahi operasyonla kabus olmaktan çıktığı bildirildi.

Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Turan Çetin yaptığı açıklamada, kadınlık organlarının, çoğunlukla doğuştan gelen ve nedeni henüz belli olmayan yapısal bozukluklarının aynı zamanda işlevsel sorunlara da yol açtığını söyledi.

Kadınlık organlarındaki doğumsal yapı bozuklukların görülme sıklığıyla ilgili detaylı istatistiki veriler bulunmadığını, ancak kadınların yaklaşık yüzde 5-6'sında görüldüğünün tahmin edildiğini belirten Çetin, son yıllarda yaygın olarak rastlanılan vajina yokluğunun gelişen tıp imkanları sayesinde artık kabus olmaktan çıktığını ifade etti.

CİNSEL İLİŞKİYİ ENGELLEYEN BİR SORUN

Her bin kadından birinde görüldüğü tahmin edilen vajina yokluğunun, cinsel ilişkiye girmeyi engellediğine dikkati çeken Prof. Dr. Çetin, şunları söyledi:

“Yıllar önce bu tür hastalar evlendirildiklerinde cinsel ilişkiye girilemediği için eşleri tarafından baba evlerine gönderilirlerdi. Bir sağlık sorunu olmanın yanı sıra toplumsal yaralar da açan bu durum artık küçük bir cerrahi operasyonla gideriliyor. Eskiden hiç yapılmayan bu tür operasyonları artık laparoskopik yöntemlerle de gerçekleştirmek mümkün.

Son yıllarda standart yöntemin aksine laparoskopik yöntemi tercih ediyoruz. Bu yöntemde, karın duvarında 3 tane kesi açıyoruz. Özel olarak geliştirdiğimiz alet sistemini kullanarak, oluşmamış vajina dokusunun bir haftada normal vajina uzunluğuna getirilmesini sağlıyoruz.”

Prof. Dr. Çetin, bu operasyonda, vajinasını oluşturdukları hastaların sadece cinsel ilişkiye girebildiklerini, ancak çocuk sahibi olmadıklarını belirterek, “Çünkü, doğuştan vajinası olmayan kadınların uterusları (rahim) da olmuyor. Bu durumdaki hastalar adet kanamaları görmediklerinde hekime başvurunca bu anomaliyi fark edebiliyorlar” diye konuştu.

Küçük bir cerrahi operasyonla vajinası oluşturulan hastaların yumurtalıklarının bulunabildiğini, bu durumdaki hastaların anne olabileceklerini anlatan Çetin, şöyle devam etti:

“Ancak, bu hastaların normal yolla hamile kalmaları mümkün değil. Yumurtaları varsa, bu yumurtalar alınmak suretiyle taşıyıcı anne kanalıyla çocuk sahibi olabiliyorlar. Ancak, Türkiye'de yasalar izin vermediği için yurt dışına giden çok sayıda hastamız var.”

Çetin, Türkiye'de tıp alanındaki gelişmelerin Avrupa ülkelerinden geri kalmadığını, bu nedenle sağlıkta yurt dışına döviz kaptırmayı da doğru bulmadıklarını belirterek, “Ancak, elbette taşıyıcı anneliğe Türkiye'de yasalarımızın izin vermesi için bunun öncelikle altyapısını oluşturmak gerekir” diye konuştu.

Bulaşıcı değil, dışlamayın!

Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Serap Öztürkcan, bulaşıcı özellik göstermeyen sedef hastalığına karşı toplumun ön yargılı yaklaşımının, sedef hastalarını olumsuz etkilediğini söyledi.

Prof. Dr. Öztürkcan, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ismini vücutta görülen sedef renkli kabuk ve döküntülerden alan sedef hastalığının toplumda görülme sıklığının yüzde 1 ile 3 arasında değiştiğini anlattı.

Hastalık nedeniyle oluşan kızarıklar üzerinde meydana gelen kepekli döküntülerin saçlı deri, diz, dirsek, avuç içi, ayaklar başta olmak üzere vücut genelinde görülebildiğini vurgulayan Prof. Dr. Öztürkcan, ''Bazı durumlarda hastalığa eklem bulguları eşlik edebiliyor. Bu gibi durumlar da yaşamı iyice çekilmez hale getiriyor. Yaşam kalitesini bozuyor'' dedi.

Toplumda yaygın görülen sedef hastalığının bulaşıcı olmadığını vurgulayan Öztürkcan, şöyle konuştu:

''Sedef hastalığı, bulaşıcı özellik göstermemesine karşın, hastalara nedense bulaşıcıymış gibi yaklaşılıyor. Bu nedenle de hastaların psikolojisi bozuluyor. İnsanların tepkisi, sedef hastalarının daha çok içe dönmesine, sosyal ilişkilerini kısıtlamasına neden oluyor. Sedef hastalarının yaşam kalitesi de bu şekilde daha çok bozuluyor. Sedef, bulaşıcı olmayan bir hastalık ama toplumun, bulaşıcı olduğu düşüncesiyle yaklaşması hastaları olumsuz yönde etkiliyor.''

Öztürkcan, sedef hastalarının toplumdan dışlanmamasının, bilinç düzeyinin artmasına bağlı olduğuna dikkati çekerek, bu nedenle hastaların sosyal dayanışma içinde olmaları ve hastalık konusunda bilinç düzeyinin artmasını sağlamak amacıyla Manisa Sedef Hastalığı Derneğini kurduklarını söyledi. Avrupa'da sedef hastalığı konusunda pek çok dernek bulunduğunu, ortak sorunlara sahip hastaların bir araya gelip, sosyal faaliyetler gerçekleştirdiğini ifade eden Prof. Dr. Öztürkcan, kendilerinin de dernek olarak benzer etkinlikleri hayata geçireceklerini vurguladı.

Manisa Sedef Hastalığı Derneği'nin Türkiye'de hastalığa ilişkin il bazında kurulmuş ilk dernek olduğunu hatırlatan Öztürkcan, ''Eğitim toplantıları, sosyal etkinlikler ve daha birçok paylaşımın düzenleneceği derneğin kapısı, tüm Türkiye'den sedef hastalarına açık'' diye konuştu.

STRES SEDEFİ DE VURUYOR

Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serap Öztürkcan, genetik bir rahatsızlık olan sedef hastalığının seyrinde çeşitli dış etkenlerin de rolü olduğunu belirtti.

Stresin, hastalık üzerinde yoğun etkisi bulunduğunu vurgulayan Prof. Dr. Öztürkcan, şunları kaydetti:

''Bazı ilaçlar, iltihabi durumlar sedef hastalığını artırabiliyor ya da ortaya çıkmasına neden olabiliyor. Çocuklarda üst solunum yolu enfeksiyonu, hastalığın ortaya çıkmasına neden olabiliyor. Stres en önemli faktörler arasında. Hastalık stresle ortaya çıkabiliyor ya da stresle alevlenebiliyor. Yakın zamana kadar sedef hastalığının sadece deriyle ilgili bir hastalık olduğu söyleniyordu. Ancak artık yaşamın diğer alanlarında da etkileri olduğu biliniyor. Genetik olarak geçen sedef hastalığı, çeşitli dış faktörlerin etkisiyle ortaya çıkıyor. Henüz kesin bir tedavisi yok. Ancak her geçen gün çok daha etkili ilaçlarla çalışılıyor. Şu anda elimizde hastalarımızı memnun edecek düzeyde gerçekten önemli ilaçlar var. Hasta gerçekten rahatlıyor ve uzun bir dönem döküntüler ve ağrılar olmadan rahat bir şekilde hayatını sürdürebiliyor.''

Masaj mucizesi güçlendiriyor

Özellikle prematüre ve düşük ağırlıklıkta doğan bebeklere uygulanan masajın, bağışıklık sistemini güçlendirdiği, büyümeyi ve beslenmeyi doğrudan etkilediği bildirildi.

Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Rahmi Örs yaptığı açıklamada, zamanından önce doğan prematüre bebeklerin özel bir bakıma ihtiyaç duyduğunu, bu bebeklerle daha yakından ilgilenilmesi gerektiğini söyledi.


Bebeklerin bakımında özel bir takım uygulamalar yapılmasının önemini vurgulayan Örs, ''Bu tür bebeklerin bakımında dokunma uyarısı, yani masaj çok ciddi yararlar sağlıyor. Pratik açıdan kolay olan masaj için sadece zaman ayrılması gerekiyor. Anneler de çocukları için bu masajı yapabilir'' dedi.


Bebeği sakinleştiren ve rahatlatan bebek masajının birçok faydasının bulunduğunu anlatan Örs, şunları kaydetti:

''Bebeklerdeki masaj uygulaması kas yapısını güçlendiriyor. Kan dolaşımını hızlandırarak kas güçlenmesini ve beslenmeyi artırıyor. Masajla bu bebeklerin hastaneden daha kısa sürede taburcu oldukları, daha iyi büyüdükleri ve daha sakin oldukları gözlemleniyor. Masaj, beslenme ve büyüme üzerine etkili olan hormonların salgılanmasını da artırıyor. Prematüre ve düşük ağırlıklıkta doğan bebeklere uygulanan masaj, stres hormonlarının salgılanmasını azaltarak bebeğin enfeksiyonlara karşı bağışıklık sisteminin güçlenmesini sağlıyor. Daha az hastalanan bebek çabuk toparlanıyor. Bağışıklık sisteminin güçlü olması bebeğin ilerleyen dönemlerde hastalanmasını önlüyor. Diğer bebeklere oranla daha dirençli olmasını sağlıyor.''

Kanserin DNA'sı çözülüyor

İngiliz Times gazetesinin internet sitesinde yer alan araştırma haberinde, iki hastanın tümörlerinde bulunan her bir DNA mutasyonunu kataloglayan ayrıntılı genetik haritalar, son 10 yılda kanser araştırmalarında çok önemli mihenk taşı olarak nitelendirildi.

Haberde, Cambridge yakınlarında Wellcome Trust Sanger Enstitüsünde Karsen Genom Projesinde görevli profesör Mike Stratton'un liderliğinde yapılan araştırma sonucunda elde edilen genetik haritalar sayesinde her bir tümörün, şahsına münhasır bir biçimde tedavi edilebileceği kaydedildi.

Profesör Mike Stratton, bulguların, kansere bakış açısını değiştireceğini belirtirken, bilim adamları, 2020 yılına kadar tüm kanser hastalarının tümörlerinin, bunlara neden olan genetik bozuklukları bulmak için analiz edilebileceğini ve analizlerden elde edilen bilgiyle, en çok işe yarayacak tedavilerin seçilebileceğini öngörüyorlar.

Elde edilecek bilgilerin, kansere neden olan DNA hatalarını hedefleyecek güçlü ilaçların geliştirilmesine yol göstereceği ve hastalığın önlenebilmesinin yollarına ışık tutacağı belirtildi.

Nature dergisinde yayımlanan yeni haritaların birinin, küçük hücreli akciğer kanseri hastasına, diğerinin de en öldürücü cilt kanseri türü olan melanom hastasına ait olduğu kaydedildi.

Kanser hastalığının genlerle ilgili olduğu biliniyor. Sigara, radyasyon ve alkol tüketimi gibi çevresel faktörler de hücrelerin kontrol dışı büyümesine neden olan DNA hasarına yol açıyor.

Gençliğin sırrı beyaz ette

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Su Ürünleri Fakültesi Avlama ve İşleme Teknolojisi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nermin Berik, yaptığı açıklamada, balık ve diğer deniz ürünlerinin, insanlık tarihi boyunca başlıca besin kaynaklarından olduğunu, insanların yerleşik düzene geçmeden önce bile kolay elde edilebildiği için balık ve diğer deniz ürünlerinin en çok tüketilen besinler arasında yer aldığını belirtti.Su ürünlerinin besin bileşimleri bakımından insanın gereksinim duyabileceği tüm maddeleri içerdiğini bildiren Yrd. Doç. Dr. Berik, bu "muhteşem maddeleri" alan ve hareketli bir yaşam süren insanın sağlam bir zihin ve vücuda sahip olacağını söyledi.Yrd. Doç. Dr. Berik, su ürünlerinin gıda olarak iyi ve kaliteli protein kaynakları arasında yer aldığını, yüzde 18-25 oranında protein içerdiğini belirterek, "Su ürünlerinin içerdiği protein biyolojik olarak değerlidir ve her besindeki protein içeriğinde bulunmayan insan için elzem amino asitleri ideal oranlarda içerir" dedi.

Bu meyve sağlık iksiri

Türkiye'de üretimine yeni başlanan pepino kavunu, son zamanlarda eczaneler gibi ilgi gören aktarların da gözdesi oldu. Kemeraltı'nda dükkanının önünde hem dalında pepino kavunu yetiştirip hem de yetiştirdiklerini satan Nuray Koşaröz, "Her derdin bitkisel bir devası vardır, mesele onu bulmaktır" dedi.

Koşaröz, pepinonun 'ilaç gibi meyve' olduğunu savunurken, tadının kavun, ananas ve muza benzediğini söyledi. Gazeteport'ta yer alan haberde yeterince olgunlaşmamış olan pepino kavunlarına özellikle diyabet hastalarının ilgi gösterdiğini belirten Koşaröz, şunları söyledi:

"Yapılan araştırmalara göre görünümü kavuna benzeyen meyve, içerdiği yüksek potasyum oranı nedeniyle kan şekerini düşürüyor. Ayrıca A, B ve C vitaminleri içeriyor, bu özelliğinin kanser ve kalp krizine karşı koruma sağladığı belirtiliyor. Kolesterolü düşürdüğü, hücre yenileyici özelliği olduğu, içerdiği C vitamini sayesinde vücut direncini artırdığı bilinen diğer yararları. Cinsel isteği uyardığı, uyku düzenini dengede tuttuğu, menopoz döneminde yaşanan gerginliklerin giderilmesinde etkili olduğu kaydediliyor. Bu pepino kavunu bir sağlık iksiri. Müşterilerimiz bilinen diğer şifalı otların yanında yeni yeni raflarda yerini alan pepinodan da şifa arıyor."